18 Ocak 2012 Çarşamba

Bir Yıl Daha Geçecek Sensiz


Senden sonra da anılar biriktirdiğim evindeyim. Belki de seninle yaşıt olan ayıcığını kucaklarken yakalıyorum kendimi. Üzerinde hala bıraktığın gibi duruyor eski elbisesi. Kitapların, hala yerinde dolabının üzerindeki Gustav Klimt kartpostalın ve anneler günü için yazdığın not... Eskimiyor eşyanın ruhu ve özü yokluğunun eskimeyen sızısı gibi...

Hayatımızda bıraktığın boşluğun sarıp sarmalayınca; kulaklarımda, il binasında gelen bir telefona bakarken çıkardığın ve kendinin bile inanamadığım o komik alo sesinden sonra tüm arkadaşları başımıza toplayan gülüşün çınlıyor. Seni çok özlediğimde, katıla katıla güldüğün ve o garip sesi çıkarmaya çalıştığın neşeli halinle kucaklaşmak istiyorum, özlem ile.

Senden bahsetmek, konuşmak, yazmak. Sana dair söyleyemediğimiz ve anlatamadığımız  şeyler o kadar o kadar fazla ki. Bazen bir şarkıda -ki şarkı söylemeyi hiç beceremesem de-  sen gitme diye tutturduğum tempoda, bazen bir makarna sosu tadında, bazen bir zılgıtla geliveriyorsun yanı başımıza. Hep gülüyoruz ve hep telaşlıyız seninle. Ama şimdi eksiğiz en çok da, hep birilerine bir şeylere duyduğumuz özleme sende katıldığından bu yana.

Ve gecenin bir yarısı kucağımda sırt çantan ve aklımda bir sürü düşünce ile oturuyorum. İçindekiler son kez dokunduğun, kullandığın, giydiğin, yazdığın eşyalarınla dolu. İlk baktığım kongre ortamında tuttuğun bir defter ah o yazın yok mu, evet  okumakta yine zorluk çekiyorum, hızlıca yazıldığı ne belli yine, bir yere yetişme derdinde yoktu halbuki orada.Fotoğraf albümünde daha önce görmediğim fotoğrafların var uzun uzun bakıyorum yanındakilere, yüzüne. Kaybolduğunu düşündüğüm fotoğraflarımıza. Vesikalık fotoğrafları koyduğun yerden gazete sayfasından çıkan fotoğrafıma gülüyorum, beni arayıp gazetedeki fotoğrafı kestiğinden bahsetmiştin ama ne bilebilirdim ki o fotoğrafın bir gün bu şekilde karşımda olacağını. Saçlarında her zaman kalan kokundan bir parça bulabilirim diye kokluyorum saç tokanı. Kol saatini görünce (sanki ben bir şeyimi kaybetmişim de bulmuşum gibi seviniyorum) aklıma bir toplantı sahnesi geliyor bir yandan konuşuyor ve bir yandan da kordonu çekiştiriyorsun bütün dikkatimizi üzerine çekerek.
Ve yeleğin ...
Üzerinde nasıl durduğunu fotoğrafladan gördüğümüz ve en çok da sana yakıştırdığımız, şimdi ise senden kalan son eşyalar arasındaki en acıtan...
Ne çok istemiştin oysa dağlara kavuşmayı ve Amara olmayı... Keşke diyorum keşke kokun daha sinecek kadar giyebilmiş olsaydın  ve hatta hiç çıkarmasaydın üzerinden.

Ah senin için biriktirdiğim/iz  keşkeler...

Ve gecenin güzel sabahı mutlu bir tebessümsün artık. Kimsenin dillendirmek istemediği yokluğunla sensiz kutladığımız yedinci doğum günündeyiz. Ardından bize bıraktığın seni çok özleyen ve seven  büyük ailenle. Herkes burada, Cahil Periler filminden bir sahne içindeyiz sanki. Akşamdan yaptığımız pastalar, börekler, gelenlerin getirdiği yemekler soframız şen. Telefon eden arkadaşların da katılıyor aramıza selamlar karşılıklı iletiliyor özleminle. Bıraktığın bu birbirine emanet insanların şimdi kalplerinde senden bir gülüşle...

İyi ki doğmuşsun ve iyi ki tanımışız seni ...

16 Ocak 2012 Pazartesi

Gitmek


Kelimeler anlamlarından ağır olabilirler mi? Gitmek sözcüğü, Kürt hareketi için sonsuz anlam taşıdığının farkında mı acaba? Gitmek, yeniye, hayale, aşka kavuşmak ya da gitmek, ardında bırakmak, özlemek, dönememek… Giden her yürek bilir ölümle buluşacağını, ama bilir gitmese de olmaz özgür yaşamla buluşma. Bir kaçınma yaklaşma halidir süregiden ki ağır basar özgürlük aşkı, düşer inadına yollara. Geride kalanlar için zordur çok gidenin ardından bakakalmak. Bir daha göremezsem düşüncesidir akla gelen, huzursuz ve kaygılı kılan. Oysa giden açmıştır yelkenini tüm fırtınaların koynuna, gurur ve inanç ile. Durdurmak mümkün müdür gideni? Sanmam, yeni bir hayata adım için seçmişken bile o kendi öz adını.
İçindeki hüznü, özlemi belki aşkı ne güzel anlatıyordu ‘oy dağlar yalçın dağlar’ parçasını söylerken gözlerindeki ışık. Dil Tarih’in orta bahçesinde onu görmek içinizi sonsuz bir güvenle dolduruverirdi. Bu çocuk varsa ben de varım derdiniz kuşkusuz. O esmer, kavruk yüzünde binlerce şey okuyabilirdiniz cesarete, inanca, kararlılığa dair. Gitmişti, o hep olmak istediği, ait olduğu, özgür dağlardaydı. Biliyorduk yaşamında tutarsızlığa, ikircikliğe yer yoktu, yapması gereken bir şey varsa yapardı. Kimse gidişine şaşırmadı, hep beklenen bir şeyin gerçekleşmesinin verdiği "hımm ben biliyordum zaten o burada durmazdı" güveni ile başladı cümleler. Üzülmüştüm hem de çok. Güvenle yanında durabileceğim bir dayanağımı kaybetmiştim. Ki bir Newroz kutlamasına giderken sırf onun o kavruk yüzü nedeniyle ilk kez gözaltına alınışımı hatırlarken bile.

Duydun mu dedi telefonda o hüzün dolu sesiyle, duymamıştım bir şey ama anlamıştım kötü bir şey olduğunu "Alaattin şehit düşmüş" dedi, sustu, ağlıyordu, ağlıyordum… İlk kez bir yakınımız, tanıdığımız bizim olan birini kaybediyorduk.  Ölümlere kutsallık atfetmiştik her düşenle, evet öyleydi şüphesiz ama o bizim canımızdı, özlediğimizdi ve artık yoktu. Savaşa lanet okurken akıttığımız her damla gözyaşı ile öfkemiz dağ oldu, deniz oldu büyüdü ve büyüdü… O’nun yokluğunun aramızda yarattığı yeni bir bağ vardı artık Ekin’le. Sarıldık birbirimize kilometrelere, kıtalara inat bir dostlukla.
Ekin şehit düştüğünde ise yaşadığım, yaşadığımız tam bir kaostu.  Haberin yanlış olduğunu teyit ettirecek bir ses duymak için sabırla bekledik. Sustuk, yaşadığımız; günlerce, yıllarca sonsuz bir suskunluk hali gibiydi. Kimse konuşsun istemiyordum,  kimse ‘ama hayat devam ediyor’ desin istemiyordum, kimse Ekin artık yokmuş gibi -mışlı, -mişli konuşsun istemiyordum. Suskunluk sürsün, hayatım boyunca açık kalacak yaram kanamasın istiyordum. Benim canım, dağlara sevdalı denizkızım şehit düşmüştü, ötesi yok gibiydi. Oysa ben ve Ekin tekrar sarılacaktık, sadece birbirimize bakıp kendi şifrelerimizle gülüşecek, konuşacak, hiç ayrı kalmamış gibi devam edecektik…
Gitmişti. Dağlarla buluşma isteği her şeyin üstündeydi, biliyorduk, mutlaka gerçekleşecekti isteğini biliyorduk. Son beş yılının her gününü gitme üzerine planlar yaparak geçirdiğini, dostlarına kavuşma isteğinin yoğunluğunu, layık olma ve dahasını yapma azminin büyüklüğünü de biliyorduk. Gerilla kıyafetleriyle ilk fotoğraflarını çektirirken ‘annem görse de ne kadar yakıştığını söylese ‘ dediğini duyduğumuzda, en çok ama en çok sana yakışmış diyecek ,ama aramızdan bu kadar erken gitmeni kabullenemeyecektik… 

Sonra çoğaldı toprağa düşen tanıdık, aynı can yüzler. Yaşamı uğrunda ölecek kadar seviyoruz diyen Kemal Pir’in takipçileri o mutlu, gülen yüzlerini miras bırakarak bir bir yitip gittiler. Her düşenin ardından’ inandığı değerler uğruna öldü ‘sözü dağladı acımızı, yüreklerimizi. Daha iyi bir hayat sürelim diye biz; onurla, başımız dik yürüyelim diye özgür vatanımızda, üzerimizdeki lanet dağılsın, gitsin diye düştüler sonsuzların kervanına.
Yüreğimize düşen her ateş sonsuz acı, sonsuz öfke, sonsuz vicdan…
Dersim ‘de yedi can, yedi oğul, yedi yaren düştü toprağa…İnsan hayatı feda edilirken çıkarlara yedi ağıt yükseldi isyanın çığlığıyla. Ateş düştüğü yeri yakar bilirim ama yine bilirim ki o ateş hepimizi gidenlerimizin özlemiyle, kavgasıyla ayrı ayrı yakar.
Gitmişlerdi ötekiler gibi, aşka, özgürlüğe, yeniye doğru ve gidecekler çoğalarak bu kavga gidenlerin anısına zorla da olsa barışı getirecek bu topraklara onların mutlu gülüşleri ışığında.

Dağlara Sevdalı Deniz Kızına




Daha laciverte, daha laciverte!
Dağlara sevdalı deniz kızının hikayesinin başlangıcı saklıdır bu istekte.
Ekin Ceren yaşamlarımıza o kocaman gülüşünü bırakıp gittiğinden beri açık bir yaraya tuz basmak gibidir onu anmak. Boğazınıza takılan söylenmeyen sözlerde saklı kalır anılar, anlam. Hep mutlaka eksik kalacak hissidir daha yazmaya başladığınızda sizi etkisi altına alan düşünce. Kısa yaşamına sığdırdığı binlerce güzelliği paylaşmaktır ki dert, yükü omuzlarınızda ağır bir vebal.

Gelmesini istemediğiniz takvim yapraklarıyla savaşınızda baştan kaybetmişsinizdir ve zamanın her şeye iyi geldiği falan da koca bir yalandır eğer kanıyorsa her daim yara. "Ekin şehit düşmüş" sözüyle kararan, 31 Mayıs böyle lanetli bir gündür işte, zamana karşı verdiğim savaşta sürekli yenilgi hali ile…


Ankara’nın gri betonlarına inat bir gülüştür Ekin Ceren sevdiklerine, ailesine, yoldaşlarına. Bir fakülte bahçesinde başlayan arkadaşlığımız O’nun yokluğuna veda edememe halidir ki, hala iki kişilik yaşadığım. Bir yaşam enerjisinin, bitmeyen merakın, dostluğun, mütevazılığın ve cesaretin tanımıdır Ekin’in belleklerimizdeki yeri. Yeni tanışmamışsınızdır onunla hep yaşamınızda varmışçasına sarar sizi daha ilk anda ve hep var olacağının işaretidir bu aynı zamanda.

Sevgili Hülya Teyze ve Nusret Buba’nın tek çocuklarıdır Ekin. 12 Eylül sonrası doğan diğer yaşıtlarından farklı olarak sisteme muhalif, haksızlıklara göz yummayan, eylem sever ve oldukça duyarlı bir yapıya sahiptir. Güzelliğinden bahsetmemek ise çirkin sevindirir ancak. Yüzündeki duruluk ve sevimlilik insanın içi nasılsa dışı da öyledir lafını doğrular sanırım. Lisede başlayan siyasal mücadele yer edinme derdi Genç Kurtuluş ekibiyle birlikte hareket etmesiyle hız kazanır. Kürt sorununa duyarlılığı, kardeş halkın yanı başında uğradığı haksızlıklara göz yummamasını da beraberinde getirmiş ve üniversite ikinci sınıftan itibaren yurtsever öğrenci yapılanmasında yerini almıştır. 1999 Uluslararası Komplosunun yaşandığı döneme denk gelen bir dönemdir ki cesaretle tüm çalışmalarda gönüllü olarak yer alıp, kararlaşmasını daha o ilk zamanlarında sağlamıştır.

Üniversite dönemi bol soruşturmalı, koşuşturmacalı geçmişti. Fakülte içinde ve dışında yapılan eylem ve etkinliklerden dolayı adı hemen hemen tüm soruşturma listelerinde yer alırdı. Bu durumla dalga geçer "acaba top 10 listesinde kaçıncıyım, liste başını kime kaptırdım" der durumunu öğrenmeye giderdi.

Kadın Özgürlük Mücadelesinin ivme kazandığı bir dönemde bu çalışmanın içinde yer alma arzusu ile HADEP Kadın Kolları’nda aktif çalışmaya başlamıştır bile. Kadın manifestosu yayınlandığı andan itibaren satır satır okumuş ve tartışmalara katılarak cins bilincini geliştirmek için çaba sarf etmişti. Parti kadın çalışmalarının temel dinamiği olan mahalle çalışmalarından hiç geri durmamış halk gerçekliği ile yüzleşmek için bu çalışmalara gönüllü olmuştur. Arjin  Artos,  Ekin’le yaptığı ilk mahalle ziyaretini ise şöyle anlatır: "Amara arkadaşın yetiştiği sosyal çevre sınıfsal olarak farklıydı. Gecekondu mahallerine belki de hiç gitmek zorunda kalmamıştı, böyle bir sosyal çevresi yoktu. İlk kitle çalışmasına birlikte çıkacaktık. Onun halk karşısındaki yaklaşımı benim için bir merak konusuydu. Şehrin kalabalığından uzaklaşıp gecekondu mahallelerine yaklaştıkça heyecanını hissediyordum. Evlerde dolaştıkça onu izledim; gözleri ışıldadı, elleri binlerce yıllık yakınlıkla değdi çocukların başına, meraklı meraklı anlamadığı dili konuşan kadınların yüzüne gülümserken. İçinde taşıdığı coşkulu umut dolu yüreği bütün sınırları aşıyor, herkesin içindeki yüreğe ulaşıyordu."
  

Dört elle sarıldığı mücadelesinde durmak nedir bilmiyordu. Sabah fakülteye, dersi yoksa partiye, eylem varsa eyleme sürekli bir dinamizmdi, hayat dursa eksik kalacakmışçasına. O’nu özel kılan şey ise sanırım çocuk hayallerinin kendisini terk etmesine izin vermeyişinde gizliydi. Tez canlılığı, dupduru olan fikirleri, merak dolu sorularıyla içimizdeki umuttu biraz da. Cin yumurtası derdim ona o muzır gülüşünün altında şifrelediği yeni bir şey olduğunu hissettirdiğinde. Saatlerce hiç bıkmadan usanmadan konuşabilir ‘hımm yine mi çok konuştum?’ diyerek kendi durumuna bizden çok gülerdi. Ekin’le aynı odada uyumak bazen bir komediye dönüşürdü. Aklına hep ama hep yeni bir şey gelirdi, şöyle mi yapsak böyle mi yapsak derken sabahı bulurduk bazen. Sabah kahvaltılarımız ise beklediğimiz anmış gibi bir kilo patates kızartmasını zevkle götürdüğümüz zamanlardı. Paylaşımcı yanı hani şu değme bir söz vardır ya ‘yârin yanağından gayrı’ diye işte tam da öyle bir şeydi. Özel mülkiyet diye bir kavram yoktu hayatında ve bunu o kadar içten sağlardı ki biz olma duygusunu çok rahat yaşardınız Ekin’le. Ve bundan dolayıdır ki yokluğuyla kalbinizin bir yanı sökülmüştür adeta.
Birlikte Kürdistan’a bir geziye çıkmaya karar vermiştik. Diyarbakır, Mardin, Urfa, Batman ve gidebileceğimiz diğer şehirleri planlamıştık. Bu yolculuğun farklı anlamları vardı bizim için; bir kere Amed’igöreceğimiz için çok heyecanlıydık. Direnişin başkenti olan şehri tanımak, surlarında yürümek, kırık kültürüyle tanışacağımız Dağkapı, Sur gibi semtlerinde dolaşmak, direniş sokaklarını adımlamak ve Mazlum Doğan’ın Anıtını dikmek istediğimiz meydanını görmek… Fis Köyü’nü görüp mücadele bu küçücük köyde mi başlamış deyip milyonlara ulaşmasını düşünmek. Hasankeyf’e gidip tarihe tanıklık etmek, Mardin’in küçük dar sokaklarında yürüyüp medeniyetlere ev sahipliği yapmış kenti solumak, belki bir umut Amara’yı görmek umuduyla Urfa’ya gitmek. Batman’da Hizbullah’ın neredeyse her sokağında katlettiği yoldaşlarımıza merak etmeyin halkınız sizi hiç unutmayacak demek.
Tanıklığımız önemliydi çünkü duyduğumuz, okuduğumuz, bildiğimiz, uğruna mücadeleye girdiğimiz topraklarda olmak, hissetmek aslında, içinde olmak gerçeğin ta kendisiydi bizim için. Mardin’de zafer işareti yapan, Hasankeyf’te tarihine sahip çıkan çocuklara, Batman’da yürüdüğü her sokakta şehidi olduğunu bildiği için hem mağrur hem direngen insanların inançlarına güvenmek, anlamdı aslında. Barış annesinin hayat hikâyesini dinleyip bunlara nasıl dayanabilir ki bir insan diyebilmekti. Otobüste kimlik sorgusu için her durdurulduğunda yahu burası benim memleketim ne oluyor diyerek sinir olmaktı aslında. Ekin bunları dolu dolu yaşadı yolculuk boyunca. Kimi zaman sövdü ‘yüce devletimize’, kimi zaman merakla açtı kocaman gözlerini ve kimi zaman da sevgiyle kucakladı o küçük bedenleri.

Bazı insanlar vardır ya hani söylediği ve yaptığı arasında hiçbir zaman tutarsızlık bulamazsınız öyle bir kararlaşmaydı yaşadığı. Anadilde eğitim kampanyası hız kazandıkça paralel olarak devlet baskısının sürekli arttığı bir dönemde takip yemiş, anne babası da o gece Ekin’i bir akrabalarına göndermiştir. Geç bir saat olunca da ev sahibi doğal olarak ne oldu sorusunu yöneltmiş, Ekin "Anadilde eğitim kampanyası yürütüyorduk ya biraz sıkıntı yarattı" deyince ev sahibi "nasıl yani kızım zaten sen anadilinde eğitim görmüyor musun?" cevabıyla kahkahaları koyuvermiştir. Kendini o kadar bizden hissetmiştir ki çalışmalarla beraber o çok düzgün olan Türkçesi bozuluvermiş, şivesi değişivermiştir. Artık soru cümlelerinin takıları yerine vurguyla ifade eden cümleler onun dilinde de hayat bulmuştur. "sen gelecek misin?" yerine "sen gelecen?" "gidecek misin?" yerine "gidecen?" gibi ailesinin kızım ne oldu senin Türkçene esprilerine maruz kalmıştır.

 

Çalışkanlığı, enerjisi, sadeliğiyle nereye giderse gitsin kolayca kabullenilmesine bir gönül köprüsü kurmasına fırsat sağlıyordu. Çalışmalardaki her işe gönüllü katılımı moral veriyor ve birlikte çalışma isteğini de artırıyordu. Parti çalışmalarında afiş, pankart hazırlamaktan ‘yani bir gün partiden ayrılırsak işsiz kalmayız valla bir tabelacı da hemen iş buluruz ‘ diyordu ki Avrupa’daki çalışmalarda da pankart hazırladığını telefonda gülerek anlattığında ‘yine terfi alamadık’ esprisiyle kilometrelere inat güldürmüştü bizi yine.
Ankara Emniyeti’nin iki eylemde gördüğü herkesi gözaltına alma huyu nedeniyle bir süre sonra partinin legal eylemlerine katılmaktan(8 Mart, Newroz gibi) dolayı gözaltına alınmış ve Ulucanlar Cezaevi’nde iki ay gibi bir süre tutuklu kalmıştı. Cezaevinden çıktıktan sonra da hiç ara vermeden çalışmalara kaldığı yerden devam etmiş, kararlılığını dosta düşmana bir kez daha göstermiştir.

Artık kararlaşmasında bir adım daha yol almak ve ülkeye gitmek istemektedir. İlk girişimi ajanlaşmış bir unsur nedeniyle başarısız olmuş ve Ankara’da kalma koşulları tamamen yok olmuştur. Yaşadığı sürecin zorluklarıyla beraber kendini Avrupa’nın o hiçbir zaman sevemeyeceği soğukluğunda bulmuştur. Kısa bir süre sonra yeniden çalışmalar içinde yer almış ve dört yıl kaldığı Avrupa’da her gün ülkeye gitmekten bahsetmiştir. Şehit Savaş’ın ölüm haberini alması da bir an önce dağlara gitmeyi ve diğer yoldaşlarına özlemle sarılma istemini de artırmıştır. Dağlar bırakılan emaneti sahiplenmek, arkadaşlarına duyduğu özlemi gidermek, verdiği sözleri tutmaktır. Dağlar O’nun için özgürlüğe olan tutku, vazgeçemediği sevdası gibidir artık.

Gitmek fikrini iyice kafasına yerleştirmiştir. Hazırlıklarını tamamlamış gidişini ayarlamıştı. Yeni bir durumla karşı karşıyaysa, istediği bir şey gerçekleşiyorsa, önem verdiği bir durum varsa mutlu bir panik havası gelirdi üstüne ya, yerinde duramaz herkesle paylaşmak ve herkesi o enerjinin içine çekmek isterdi. Gidiş hazırlıkları da öyle panik mutluluk tadında. Telefon açtı gittiği gün, herkese veda etme derdi de vardı ya öyle çok uzun bir görüşmemiz olamadı. Bütün arkadaşlarına tek tek selam söyleyip, "Annem babam size emanet, dikkat edin onlara" deyip kapamıştı telefonu. Bu görüşme son görüşmemiz oldu mutlu ve kekremsi. Onun ki istediği şeye kavuşmanın verdiği mutluluktu, benimkiyse ‘gitmek’ kelimesinde saklı olan o herşeyi düşünmenin de getirdiği buruk bir mutluluk.

Onu orada düşledim ilk gittiği zamanlarda panik hallerini, merak hallerini, sevdasına kavuşmuş mutlu hallerini. Bir ateşin başında söylemeye çalıştığı bir Kürtçe şarkıya eşlik ederken dönüp bana baktığı gibi yanında duran arkadaşın da ona gülüp gülmediğini kontrol eden hallerini. Nujin’le buluştukları anı başından geçen her şeyi tek tek anlatma çabasını, herkesi bir an önce tanıma isteğini, cin yumurtası halleriyle kişileri değerlendirdiği ve doğruluğu teyit edilince yüzündeki mutlu ifadeyi ve daha birçok şeyi…
 

Amara adını seçmiş kendisine. Zazaca ‘bizden biri’ anlamına gelen. Amara bizim Amara’mız. Dağlarda geçirdiği kısa sürede taşıdığı "Ankara ekibi" ruhuyla, yürekleri fetheden, bağlılığı ve cesaretiyle Haki’nin , Kemal’in yoldaşı olan Amara.
Gidişinin ardından hep daha farklı olmalıydı, böyle olmamalıydı diye hayıflanırken yine O’nun yazdığı satırlar merhem oluyor kanayan yaraya. Şöyle yazıyor günlüğünde: "Bir zaman makinası olsam, geleceğe gitsem ve kendi gözlerimle bu mücadelenin başarısız olacağını görsem bile yine de bu partiye katılır, yine PKK’liler gibi yaşamaya çalışırdım. Bence bu mücadele inançtan da öte bağlılık işi… Bir tercih…

Yaşam tercihi…Bir zorunluluk değil asla. Vicdan muhasebesi, ödenmesi gereken borç, toprağa düşen genç bedenlere ödenmesi gereken bir borç. Vicdanı olan öder,  vicdanı olmayan ödemez….

Yani diyorum öleceğini bilse de O, yine gidecekti o uğruna ölümü göze aldığı yaşama, dağlara."

‘Daha laciverte daha laciverte’ ile başlayan deniz tutkusu, özgür dağlara olan tutkusuyla birleşmiş, dağlara sevdalı bir deniz kızı oluvermişti artık O. Ege’nin yiğitlik öykülerini, özgür dağların stranlarıyla birleştirmenin adı ,erken gidişine yakılan tüm ağıtların,canı taa en içten yakan sesi olmuştu artık.

Şimdi gidişinin ardından, büyük ama çok büyük bir yürek yarası bize kalan.

Yaşamı, doğallığı ve dostluğuyla bizi fetheden ceren gözlü, kocaman yürekli kızı Amara’yı çok özlüyorum, çok özlüyoruz.